

Bilgelik Dersleri
Merhaba dostlar;
Bilgeliğin okulu dışımızda değil, içimizdedir ama alacağımız derslerin tümü ve ders verenlerimizin hepsi, ve bunların tamamından daha değerli olan rehberimiz, rehberlerimiz dışımızdadır. İçimizde bir okul yoksa ve biz o okula gitmiyorsak dışımızdakileri görme, duyma, algılama olanağımız da yoktur. Ne mutlu okulunu içinde taşıyan dostlara.
Bu sayfadaki derslerin her biri, bir öykü içermektedir. Her dersin içeriği ve niteliği sizin bireysel çıkarımlarınız ile zenginleşecek, uygulamaya geçirdiğiniz kadar etkili olacaktır. Yolumuz uzun ve külfetli. Yolumuz açık ve aydınlık olsun. Kolaylık ve başarı bizimle olsun.
AKLIN KADAR ÖZGÜRSÜN
Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.
Maymun, tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde, maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir.
Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür. Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken, elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak, özgürleşmektir.
ACI BİZİ BAL EYLER
Yaşlı kadın, bir antika dükkânından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı. Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;
“Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.”
Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın.
“Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp; Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım ama usta sadece gülümsedi ve; Daha değil! diye cevapladı beni. Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım; Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!” Ama usta bana bakıp gülümsüyordu; “Henüz değil!”
“Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum; Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım! Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve Daha değil! diyordu.
Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi. Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.
Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum! dedim. Onun cevabı ise aynıydı; Henüz değil!
Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen! diye bağırdım.
Fırını açıp beni içeri itekleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak! diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine; Daha değil! diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.
Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi;
“Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?”. “Evet” dedim.
Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım; Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.
Evet, bu sensin! dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.
Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin. Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın. Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın. Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu. Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.
Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:
“Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet! Bana zarar vereceğini düşündüm. Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim. Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum. Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim. Teşekkür ederim.”
KIRIK CAM TEORİSİ
Suçlarla mücadeleyi nasıl başardın?” sorusuna New York Belediye Başkanı Guiliani’nin cevabı:
“Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim.
Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir.
Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım.”
Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor.
Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bile yakalayıp haklarında işlem yapmış. Polis bu kararlılığıyla “Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz. ” demiş.
‘Kırık Cam Teorisi’ ABD’li suç psikoloğu Philip Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti.
Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model Oldsmobile bıraktı.
Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri gizli kamerayla izledi.
Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi ‘sağ kalan’ otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlarda) olaya dahil oldu.
Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti.
“Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek.
Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz. “
AKIL OKULU
Bir gün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’ da şöyle bir haber yayılmış:
Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada akıl öğretiliyormuş. Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş.Kasabanın en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:
– Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?
Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese kasabanın tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz. Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı
– Babacığım, okumak gibisi var mıdır? diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?
Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş:
– ‘Akıl okulu? Akıl okulu?’ Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:
– Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim. Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş.
Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın haline acımış. Yanına yaklaşarak:
– Ey yolcu, nereye gidiyorsun? diye sormuş. İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:
– Ben de başkente gidiyorum. demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara:
– İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:
– Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen. Adam hiç karşı çıkmamış ve tamam demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:
– İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..
Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:
– Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya! Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş:
– Hayır yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.
Fakat gel gelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:
– Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.
Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağrılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hep beraber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:
– Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir? Baytar şöyle karşılık vermiş:
– Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir attır.
Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona:
– Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş.
Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:
– Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.
– Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, ‘Nasıl bilebilirler?’ diye sorup duruyormuş.
Hakim son olarak saraca:
– Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş?
Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:
– Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir.
Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek:
– Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.
Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:
– Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz, bütün bunlar nasıl olabiliyor?
Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:
– Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulunu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.
Adam böylece Akıl Okulunun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okuluna göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.
Mesele Kuyumcuyu Bulmak
Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister?.. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip; Oğlum der, bunu al önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonunda kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki nesne ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve Şunu kaça alırsınız diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır evirir, çevirir sonra; Buna bir tek lira veririm, bizim çocuk oynasın der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncüsünde bir semerciye gider, semerci nesneye şöyle bir bakar, bu der; Benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden yaparım, buna bir on lira veririm.
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar ; Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?.. diye hayretle bağırır ve hemen ilave eder; Buna kaç lira istiyorsun? Öğrenci sorar; Siz ne veriyorsunuz?.. Kuyumcu; Ne istiyorsan veririm. Öğrenci; Hayır veremem diye taşı almak için uzanınca, kuyumcu yalvarmaya başlar; Ne olur bunu bana satın. Dükkanımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim. Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar; Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak bir lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler.
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar; Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin? Öğrenci; Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık diye cevap verir. Bilge hoca çok kısa bir cevap verir; Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir. Her insanın hayatın da varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır; Mesele kuyumcuyu bulmaktadır…